Tarih işte, insanı nereden nereye sürüklüyor.
İlk farkettiğimde Turist Rehberliği okuyordum. En son da, Yüksel Abi ile telefonda konuştuk.
Biraz merakın varsa ve sadece yazılanı okumakla yetinmiyorsan, gitgide ufalmaya hazır olmalısın.
Sonunda varacağın nokta da “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir.” olacak.
Bende örneği çok ama, az önce karşıma çıktığı için sonuncusunu anlatayım.
(Tarih işte konusunu dizi haline mi getirsem acaba? Sunay Akın gibi anlatamam belki ama, doğrusunu anlatmak için elimden geleni yapabilirim. En azından daha derin bir araştırma yapabileceğime eminim.)
Yakın ve kısmen uzak çevremin bildiği üzere son dönemde ağırlıklı olarak Çanakkale Muharebeleri hakkında yerli ve yabancı kaynakları okuyorum. Yukarıda belirttiğim gibi sadece yazılanı okumakla yetinemediğim için de – normalde okumam gereken başka konular olsa da – okuduğum şeylerin neden yazılmış olduğuna dair araştırma yapmam gerekiyor.
Yine böyle bir akşam, bu akşam.
Birinci Dünya Savaşı’na dair araştırma yapanlar bilir ki, ortalığın karışmasına neden olan olayların kökenleri aslında daha eskiye dayanır. Bu olayların bir kolu da beni; 18. yy ortalarında başlayan ve Osmanlı’yı da dolaylı olarak etkileyen gelişmeleri takiben Üçüncü Selim’e getirdi.

Tarih işte, ne alakası var ya?
Haydaaa!
Çanakkale diyorduk, III. Selim’e gittik. Var bağlantısı da işte, ayrı yazı konusu olur. 😊
Biz kaldığımız yerden devam edelim.
III. Selim hem şair, hem bestekâr. Sanat adamı yani. Ney de üflüyor. Müzisyenlik de var yani, kanım ısındı.
Devlet işlerinden anlamadığı da söylenemez ama, kolay olsa herkes yapardı. Ki herkesin yapamadığı da belli.
Yeniçeriler 28 Temmuz 1808 Perşembe günü kapısını da kırıp odasına dalarlar.
Niyet belli, sonuç belli.
Defalarca bıçaklanarak öldürülen bir padişah ve kırık neyi.
Bir de kağıt. Üzerinde bir beyit.
Normalde bu tür hikayelerde final; hikayenin kahramanları veya arada adı geçen birileri ile ilişkilendirerek yapılır. Bu sefer öyle olmadı.
O beyit, geldi bana yaslandı.
“Kendi elimle yare kesip verdiğim kalem
Fetva-yı hûn-ı nâ hakkımı yazdı ibtida”
(Fetvâ-yı hûn-ı nâ-hak= Haksız yere kanı helâl kılan fetvâ)
“Kendi elimle açıp yâre verdiğim kalem,
Haksız yere öldürülmemin fetvasını verdi.”
Buradan da hikaye taa Kerkük’e, Nevres-i Kadim’e uzandı.
Dedik ya tarih işte!
Birazcık yazılanın dışına çıkıyorsanız, gerçeğe/doğruya ulaşmak gibi bir merakınız varsa,
olanların nedenini araştırmadan olduğu gibi kabullenmiyor, öğrenmeden bırakmıyorsanız,
yazılanı değil yaşananı ve hâtta neden yaşandığını merak ediyorsanız tarih tam size göre.
Ne yaşadığınızı bilmek için.
Ya da “tarih işte”.
Yeri gelmişken belirtmeden geçmeyelim, zirâ şiir “az lafla, çok söyleme” sanatıdır.
Nef’i
“Belâ budur ki belâlarınla alıştı gönül.
Gamın da gelse dile, bâle-i meserret oluyor.” (gam da gelse sevinç nedeni oluyor)
Ya da;
“Kahrın da hoş, lütfun da.”
Gelse celâlinden cefâ,
Yâhut cemâlinden vefâ,
İkisi de cânâ sefâ,
Kahrında hoş, lütfun da hoş.
“Bilgi, insanı güçlü kılar.” demişti İshâk hocam. Sonucuyla ilgilenmemiştim. Şimdi de ilgilenmiyorum.
Her iki zamanda da keyifli olan, öğrenme süreciydi benim için.
Öğrenmenin sonu yok malum. Buna rağmen öğrenmekten keyif almamızı sağlayan, tam olarak o sürecin kendisi işte.
Ola ki sonunda bir şey yaşanacaksa da, bu sericin sonunda doğal olarak yaşanması gereken yaşanacak.
Ama önemli olan süreç.
“Gibi” dizisinden bir replikle de noktalayayım bu akışı.
“Süreçler üzerine konuş. Süreçte yoksun. Sürece gel”





