Lifestyle

The Menu film inceleme

2022 yapımı The Menu filmi 19 Nisan 2023’ten itibaren Disney+’ta gösterilecek.

Şu ana kadar film, festival festival dolaştı hatta bizde 2022 Film Ekimi’nde gösterildi ve sonra uzun süre de vizyonda yer aldı. An itibariyle yasal olmayan platformlardan kolaylıkla izlenebiliyor. Ben de onlardan birinde izledim, Disney+’ı bekleyecek değilim (saçma olmuş o iş biraz).

Bildiğim kadarıyla film için en geç tarihli beklenti, 5 mart 2023 günü açıklanacak olan Amerika Yazarlar Birliği Ödülleri‘ne dair. Alacağını sanmıyorum ama En İyi Orijinal Senaryo dalında aday gösterilmiş. Bekleyip göreceğiz…

the menu filmi

The Menu filminin hikâyesi

Ünlü bir şef, sadece özel tekne ile ulaşılabilen küçük bir adada işlettiği restoranında kendi seçtiği bir grup müşteriyi ağırlar. Onlara bol sürprizli bir menü hazırlamıştır. Sloganı ise “Yemek değil, deneyim!”dir.

Müşteriler bu pahalı “deneyim”in ödemesini yapabilecek kadar zengin, tanınmış ve önemli kişilerdir. Onların arasında iki farklı karakter göze batar. Biri ne zengin ne de ünlü olmasına rağmen Şef’in restoranında bir yemek için her şeye razı olabilecek bir gençtir. Diğeri de, bu gencin yanında getirmeye son anda karar verdiği, işi escort’luk olan Margot adlı genç kızdır.

Müşterileri adaya bıraktıktan sonra uzaklaşıp giden tekne ve herkes restorana girdikten sonra kapanan kapılar bir şeylerin yolunda gitmeyeceğini “gözümüze soktuktan” sonra ya izlemekten vazgeçmeli ya da beklentilerimi sıfırlamalıydım. Hele Margot adındaki ortama en uyumsuz kişi olan kızcağız, o giden tekne ve o kapanan kapıya öyle tedirgin şekilde baktıktan sonra filmin anlatım dilinin ne kadar klişe olduğunu kabullenmeliydim. Ben ne yaptım? İnat ettim. Hep oyuncu kadrosu* yüzünden… Sonrası da uygun dakikalara özenle yerleştirilmiş climax’iyle, catharsis’iyle ve minnoş plot twist’iyle çok tipik ama maalesef başarısız bir şekilde ilerledi.

The Menu, genre’ı komedi-korku-gerilim olan bir film ama ben ne güldüm ne korktum ne de gerildim. Sıradan bir Hollywood filmi bir festival filmine (sanat filmi, bağımsız film, dilediğiniz gibi adlandırınız) benzetilmeye çalışılırsa ne olur, görmüş olduk. “Kötü” oluyormuş.

Filmde en beğendiğim şey zamanlamaydı. Akşam üzeri buluşuldu, adaya giden tekne kalktı, adaya varıldı, ada gezildi, restorana girdiklerinde hava yavaş yavaş kararıyordu ve yemek gece devam etti.

The Menu restoran
Okyanusun ortasındaki restoran

Beklentiler

The Menu filmi gerek senaryo gerek sahneler bakımından bazı beklentilerimi havada bıraktı.

Senaryoyu iki kişi yazmış: Seth Reiss ve Will Tracy. The Menu, ikisinin de ilk uzun metraj film çalışması.

Yönetmense aslında pek çok ünlü yapımda imzası olan Mark Mylod. Mloyd, Game of Thrones’a farklı sezonlardan tam 6 bölüm çekmiş mesela.

Senaristlerden beklentilerim

En azından etlerin tütsülendiği odanın vaadinde bulundukları gerçekleşseydi… Müşterilerden bir ya da birkaçı o odada dilimlenmiş bir şekilde tütsülenmeye bırakılsaydı… Müşterilerin o adadaki muhteşem flora ve faunayı beslemek için getirilmiş olması da çok çarpıcı olabilirdi. Siz bu flora ve faunadan yiyeceksiniz, sonra da onlar sizi yiyecek. Ama olmadı efendim, hiç olmadı…

Motivasyonu belirsiz bir grup çalışanın kendini feda ettiği bu filmde Midsommar’ı anımsatan bir hava vardı. Restoran çalışanlarından oluşan klan ve adaya gelen davetli/davetsiz misafirler. Tanıdık yani…

Ancak adadaki klanın sırlarına vakıf olamadık. İçlerinin birinin teklif ettiği ve Şef’in de kabul ettiği “gecenin sonundaki toplu ölümü” neden benimsemişlerdi?

Filmin sonunda müşterilerin Şef Slowik’e neden itaat ettiklerini ve uslu uslu yanmayı beklediklerini de bilmiyoruz. Yedikleri yiyeceklerde değilse bile içtikleri çayda zihinlerini bağlayan bir şeyler olmalıydı. Canını kurtarmak için sadece Margot gerçekten çabaladı. Bu çaba o çaydan içmemesine bağlı olmalıydı, gerçi yine gidip Midsommar’a çarpıyoruz. Arkadaş yok, bu film daha önce yapılmış işte. Neden bir daha yaptınız ki?

Peki kurtulan kızın gösterdiği bu çaba inandırıcı mıydı? Yoo…

Şefin adadaki başka kimsenin giremediği bir evi vardı. Bu evin içi restoran binasının ikizi şeklindeydi.* Her iki binada da gümüş bir kapıyla açılan özel bir oda vardı.

Margot bir şekilde (epey kanlı) evdeki gümüş kapılı odaya girmeyi başardı. İşler iyice içinden çıkılmaz bir hal aldığında da bu odada gördüğü tek bir fotoğraftan yola çıkarak Şef’le nasıl iletişim kuracağını çözdü. Çok genç olmasına rağmen escort olduğu için yeterli hayat tecrübesi vardı, psikolojiden anlıyordu ve bunu başardı diyelim. O fikir aklına geldiği andaki gülüşü ve tereddüt etmeden harekete geçip planını uygulaması neydi öyle? Kim böyle bir fikirden sanki matematik problemi çözmüş gibi emin ve tatmin olur ki?

*Bu ikilemenin anlamını çözemedim, çözen yorumlara yazsın lütfen.

the menu protagonist ve antagonist M
The Menu protagonist Margot ve antagonist Chef Slowik

Yönetmenden beklentilerim

Bir diğer beklentim de son sahnenin yetersizliğiyle düş kırıklığına dönüştü. Son sahne layıkıyla çekilmiş olsa The Menu filmi Midsommar’a biraz daha benzerdi aslında. Alevleri ve insanların canlı canlı yandıkları halde acı çekmiyormuşçasına sakince oturuşlarını biraz daha izlerdik. Bu da filmi unutulmaz kılabilirdi. Neden bütçe yokmuş gibi alevler müşterilerin ayaklarına ulaştığında filmi kestiler ki…

*The Menu Dikkat Çeken Oyuncu Kadrosu

Ralph Fiennes – Şef Slowik

Anya Taylor-Joy – Margot (Erin)

Nicholas Hoult – Tyler (hevesli delikanlı)

Hong Chau – Şef’in sağ kolu

The Menu filminde anlatılmak istenen

Filmin izleyiciyi, “seçkin” (zengin-ünlü-güçlü) zümreden alınan intikamla doyurduğunu söyleyenler var.

Filmde görünen hikayenin altındaki tasarlama ilkesi bana göre şu: Sanatçı anlaşılmak ister. Sevilmek bile değil belki ama “anlaşılmak”.

Şef Slowik ömrünü adadığı şeyin anlaşılmaması, gerçek değerini bulmaması nedeniyle kendince temsilciler seçip cezalandırdı.

şef slowik
Günahkarları yakarak arınmayı sağlayacak Mesih görünümlü Şef Julian Slowik

Şefin klanını tanıma imkanımız olmadı, neden öldüklerini bilmiyoruz. Fakat hepsinin kendine has günahları (aldatma, hırsızlık, kibir) olan müşteriler bence ince ince düşünülmüştü. Görünüşte bu günahları için cezalandırıldılar ama aslında sanata karşı işledikleri günahlar yüzünden seçilmişlerdi.

Bir de filmde başlığı konulan bazı yan öğeler vardı. Bana göre bunlar, hikayenin tek bir etki yaratması kuralının önüne geçerek filmi sabote etmişlerdi. Yeterince işlenselerdi belki yine de filme boyut katarlardı ama bu haliyle sadece anlamayı güçleştirdiler.

Müşteriler

The Menu filmi herkesin öldüğü o meşum gece için seçilmiş müşterileriyle herhangi bir sergide, dinletide, tiyatroda rastlayabileceğimiz tipleri gösteriyor. Onlar artık hayatın her yerindeler. Onlar aslında bir sanat eseri ile karşılaşınca hepimizin girdiği kimliklerden bazıları. Bakın şu anda benim bu yazımı okurken bile onlardan birini görüyorsunuz. Bakın bakalım hangisini/hangilerini? Peki siz bir sanatçıya karşı hangi tutumu takınıyorsunuz? (yorumlarda buluşalım 😉 )

Duygusuz eleştirmenler ve yardakçıları

Kendilerini büyük bir güç olarak görüyorlar. Bir sanatçının sanatına devam edip edememesi onların iki dudağının arasında. Zaman zaman çok yetenekli sanatçıları bile, anlayamadıkları için ya da kişisel çıkarları için yok edebiliyorlar. Bir şeyin kusurunu bularak aslında kendi egolarını doyuruyorlar.

Melek yatırımcılar, sanat hamileri

Para ile sanatçının sahibi olabileceğini düşünüyorlar (bunlardan biri olabilme ihtimalimi sevdim :)))) )

Beyaz yakalılar

Sanatın bir parçasını satın almaya güçleri yettiği anda sanatçıya hizmetçi muamelesi yapıyorlar. Bunlar özünde işçi olduklarını asla kabul etmiyorlar. Ellerine üç kuruş para geçince sınıf atlama hissi ile kendilerini diğer insanlardan üstün görüyorlar.

Sözde seçkinler

Gösteriş için, kendi kimliğini elit bir yere koymak için sanatçının yanında olanlar. Aslında sanata değer vermiyor, sanatçının ne yaptığına dikkat bile etmiyorlar. Sanat eserlerine sahip oldukları anda kendilerini kibar, kültürlü biri olarak etiketliyorlar.

Sözde sanatçılar

Popüler olduktan sonra sanatı bırakıp para kazanmaya bakan ama hak etmediği halde hâlâ sanatçı kimliği ile gezenler: bunlar sanatı aşağılık bir yere taşıyor.

Sözde hayranlar

Sanatçı olmak isteyip olamamış hayran ve amatörler -ki bunlar sanatçıya en çok zararı veriyorlar. Hiçbir zaman ellerini taşın altına sokmadıkları halde “imkanım olsaydı ben de yapardım” diyorlar. Sanatı sözde icra edebilecek kadar bilgili görünüyorlar. Aslında bir b.k bilmiyorlar. Sanata aşık görünmelerine karşın sanat hakkında en az bilgisi olanlar bunlar çünkü gerçekten hayran olmayı bile bilmiyorlar. Eseri anlamak için inceleyip, küçük parçalarına ayırıyorlar. Sihirbazın ipini gördüklerini iddia ediyorlar. (Halbuki adam orada bir gösteri yapıyor ve sen oturup tadını çıkarmıyorsun)

Restoranda tek bir yemek için çırpınıp sonra kolunda Margot ile adaya gelen genç, bu sonunculardan biri. Sanatı en iyi anlayan kişi olduğunu ispat etmeye çalışıyor. Değersizlik hissi var. Sanatçı onu severse yeteneklerinin resmiyet kazanacağını düşünüyor. Sözde sanatçıya hayran, halbuki sadece kendisi takdir görmek ihtiyacında. Bunu da sanatçıya fazla fazla takdir vererek, onun egosunu besleyerek alma derdinde. Eğer sanatçının egosunu yeterince beslerse sanatçı da anlaşılmış olmanın verdiği hazla dönüp onu takdir edecek. Sanatçıyı kullanmaya çalışıyor. Sanatçıyı kandırmaya çalışıyor. Oradaki tüm insanlar arasında belki de en çok O, sanatçıyı “küçük görüyor”.

Gerçi psikolojik olarak rahatsızlık boyutuna varacak değersizlik hissi o kadar fazla ki: Şef ile aylardır yazıştığı ve o gece oradaki herkesin öleceğini çalışanlar dışında bilen tek kişi olmasına rağmen oraya gidiyor. Kendisi gitmekle kalmıyor, bir de yanında -kız arkadaşı kendisini terk ettiği için- escort götürüyor. Belki de Şef’in söylediklerine asla inanmamış. O’nu hiç ciddiye almamış. Konuklara yemeklerin fotoğrafını çekmemeleri söylenmesine rağmen gizli gizli çekiyor. Bu da sanatçıyı ne kadar “küçük gördüğünü” bir kez daha ispatlıyor.

Yan öğeler

The Menu’deki yan öğelerin bazıları çok belirgin oldukları halde “neden?” dedirtti. Bazılarını da filmdeki büyük anlamsızlık yumağını çözmeye çalışırken hayal meyal sezdim sadece.

Basitliğe ve samimiyete övgü

Sonda Margot cheeseburger isteyince Şef Slowik şahane bir tane pişiriyor. Müşterisi pişirdiğini yiyip mutlu ve tatmin olunca Şef de tatmin oluyor. “Karmaşık ve anlaşılması güç şeyler yerine iletişim kurabileceğin düzeyde ama onun en iyisini yapmak.” Burada sanat yapmak yerine iyi bir zanaatçı olmak mı öne çıkmış? Kafam karıştı.

Kadercilik mi Hırs mı daha kötü?

Çalışanlardan biri, ne kadar çabalarsa çabalasın şef gibi olamayacağına inandığı için intihar ediyor. Bu inanç nereden kaynaklanıyor? Haklı bir inanç mı? Peki genç neden Şef gibi olamıyor?

Margot Şef tarafından görevlendirildiğinde Şef’in sağ kolu Elsa, kızın kendisinin yerine geçeceğini düşünüp onu ortadan kaldırmak istiyor. Hem de gecenin sonunda zaten herkesin öleceğini bildiği halde. Elsa’nın kendisinin ölümüyle sonlanan bu çatışma anı filme sözde heyecan katmak ya da dakika doldurmaktan başka bir şeye yaramıyor.

Mobbinge karşı duruş

Filmde herkesin o gece ölmesi fikrini ilk ortaya atan çalışanın, Şef tarafından iki kere cinsel ilişkiye davet edildiği ve reddettiği için 8 ay boyunca yüzüne bile bakılmadan çalıştırıldığı ortaya çıkıyor. Çalışanların o büyük şefin yanında çalışma etiketini taşımak için nelere katlandıklarını açıklamaya yarıyor bu. Ama anlaşılmayan bir şey var: Cinsel ilişkiyi reddettiğine göre aklı başında olan yani Şef’in “müriti” olmayan bir insandan bahsediyoruz. Kariyeri için, yok sayılmasına rağmen o restoranda çalışmaya devam ediyor. Demek ki geleceğini düşünüyor. Peki sonra neden intiharı seçiyor? Madem yüzüne bile bakılmıyor, bu fikri nasıl dile getiriyor ve ciddiye alınıyor? Yine aynı büyük soru: Bu çalışanlar böyle ölüme giden müritlere tam olarak ne zaman ve neden dönüşüyor?

Ekolojik saygı duruşu

Adadaki biyolojik sistem çok övülüyor. Restoranda sadece o adada yetişen ve etrafındaki okyanustan çıkan şeylerin servis edildiği vurgulanıyor. Biraz da o yüzden müşterilerin o adayı yem ya da gübre olarak “beslemeleri” için öldürülecekleri beklentisine girmiştim. Bu çevre bilinci/ekosistem övgüsünün neye hizmet ettiği anlaşılmıyor…

hawthorne adası
Hawthorne Adası tanıtım gezisi

Para üzerinden oluşan sınıfsal farklara dikkat çekme

Buğdayın dünyada en çok üretilen ve alt tabakadan insanları doyurmaya yarayan ürün olduğu söyleniyor. Fakirin ekmeği “ekmek” (umut değil) üzerinden toplumda oluşmuş sınıfsal farklar gösteriliyor. Burada zenginlerin “ekmek istiyoruz” diye kıvranması ve onlara ekmek verilmemesi filmde restoran çalışanları ile müşteriler arasındaki çatışmanın başlangıç anını oluşturuyor.

Filme gelen yorumlar

The Menu filmi hakkında izlenimlerim tazeyken bu yazının taslağını oluşturduktan sonra filme gelen yorumlara da bir göz attım.

Ekşi sözlükteki yorumlardan biri beni çok güldürdü, ama hak vermedim de değil: Bu filmi Kuzey Avrupa taraflarında , Avrupalı herhangi bir yönetmen çekse çok daha iyi bir iş çıkardı.

Vedat Milor da izlemiş filmi ve özetle demiş ki: Film günümüz gastronomisinin aşırı seçkinci boyutuna, gastronominin bir yatırım aracı haline dönüşmüş olmasına ve Celebrity Chef kavramını yaratan sosyoekonomik dinamiklere güzel bir eleştiri. Ve ülkemizde ilk kez kendisinin ortaya attığı bir kavramı kullanarak devam etmiş: “Toksik gastronomi toplum olarak hal ve gidişatımızın bir aynası mı?” (Kaynak: Hürriyet.com.tr)

Siz de Vedat Milor gibi gastronomi ile ilgili filmlere ilgi duyuyorsanız size bir Aşk Tarifi verelim…

The Menu filmi o kadar şişirilmesine rağmen Oscar ödüllerine aday gösterilmedi. Geçen sene adaylar ve ödüller için detaylı bir çalışma hazırlamıştık, bu sene de ister misiniz?

Ben yine bir Hollywood filmi izleyeyim ama şiir gibi bir şey olsun derseniz şuna bir bakın

Daha Fazla Göster

İlgili Makaleler

Yorum yaz | Görüntüle

Başa dön tuşu

Dengeliyorum sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et